FIRAT TURU – ELAZIĞ – TUNCELi – BiNGÖL

FIRAT TURU
ELAZIĞ – TUNCELi – BiNGÖL

Fırat Kalkınma ajansının düzenlediği bu gezinin adını “Fırat turu” koymuşlar ama “Gerçek Anadolu Turu” da diyebiliriz. O kadar güzel bir coğrafya, engin tarih, muhteşem insanlar, leziz yemekler hepsi ama hepsi bu bölgede.
Sırasıyla Elazığ, Tunceli ve nihayetinde Bingöl’ü içeren turumuzda göze çarpan detaylarla yazıma başlayayım;
Keban barajı buralarda iklimi değiştirmiş. Şimdi iklim daha ılıman, doğa daha yeşil, fauna-flora zengin. Bu bölge yüzyıllar boyu dünyanın en güzel şaraplarının yetiştirildiği bölge. Özellikle Öküzgözü’nün dünyada eşi benzeri yok. Ne yazık ki 100 yıl önce 55 milyon litre olan Şarap ihracatımız geçen sene sadece 4,5 milyon litre. Sorunun cevabı bende değil.
Dikkatimi çekti, sordum; Bölgede hemen hiç Afgan, Suriyeli Pakistanlı göçmen görmedim. Hele Tunceli’de bir tane bile göçmen yok. Meğer, merkezden göçmen göndereceğiz dediklerinde dönemin valileri halka danışmışlar, halk da göçmen istemeyiz demiş ve özellikle Tunceli’ye göçmenlerin gelmesini engellemişler. Ama İstanbul’da bunu bize soran olmadı.
Tunceli’nin eski adı Mamiki. Ancak halk şehire ne Mamiki ne Tunceli diyor. “Dersim” diyor. Dersim adı Kürtçe değil. Dersim bölgesi, çok eskilerden beri Erzincan, Bingöl, Malatya ve Elazığ illerini ve bazı ilçelerini kapsamakta. Söylendiğine göre, Tunceli’nin adı da, öyle buralarda Tunç madeni falan çıktığı için değil. 1938’de yapılan askeri operasyonun adı Tunç eli harekatı olduğu için verilmiş. Halk buna tepkili. Yani benim anladığım, ne Tunceli ne Dersim doğru isim. Koyacaklarsa Mamiki adını koysunlar, tartışma bitsin!
Cevabını yıllardır alamadığım bir sorunu buradaki yetkililere de ilettim; Dağlara, tepelere Çam ağaçları dikmişler. Ne güzel. Güzel de, kardeşim o çam yanmadıkça odununu bile kullanamıyoruz. Daha katma değeri yüksek ağaç yok mudur diğer ülkelerde olduğu gibi? Çam Çam Çam… Fırat havzası geniş. Bu havzada o kadar çok boş, o kadar büyük ama taşlı araziler var ki, insan şaşırıyor, üzülüyor. Ne ağaç dikiyorlar ne de taşları temizlemeyi düşünüyorlar. Çok büyük alanlar bomboş duruyor. Mesela taşlık araziler İtalya, İspanya’da olduğu gibi, tohum atmak için Hilti ile delinip katma değeri çamdan daha yüksek olan az bakım gerektiren Zeytin, olmadı Fıstık, Badem, Kestane ağacı vs dikilemez mi?
Turistler Safari yapmak için ülkeleri geziyor. Oysa memleketimizde, üstelik “organik” safari yapmak mümkün. Tunceli’de yaptığımız 3 günlük gezimizde Boz Ayı, Kurt, Tilki, Yaban Keçisi, Dağ Tavşanı, Yaban Domuzu, Kartal, Ağaçkakan, Yarasa, Atmaca, Şahin, Ala karga, Sakallı Akbaba ve Yarasa gördük. 1950-60’lı yıllarda bu bölgede yaşayanlar, Hazar Kaplanı, Anadolu Pars’ı ve Çizgili Sırtlan gördüklerini söylüyorlar. Ayrıca bölge endemik ağaç, sebze ve meyveler açısından da çok zengin. Ters Lale, tek baş Sarımsak, Işkın, Kenger, Çiriş, Yemlik, Madımak, Evelek bu bölgede yetişen endemik çiçek, sebze ve meyvelerdir.
Tunceli halkı şikayetçi. Çünkü çok göç veriyorlar başka şehirlere veya Avrupa’ya. Haklılar da. İş yok, para az. Yörenin halkı entelektüel. Emekçileri bile çok kültürlü, rehberimiz ören yerlerini, bölgenin tarihini anlatırken garsonlar, şoförler araya girip ekstra bilgiler veriyorlar.
Bölgeye ait enteresan notlarım var. Örneğin; 1200 lü yıllardan beri Düzgün baba’ya Kürtler de Türkçe olarak “Düzgün” baba diyorlar. Halbuki Kürtçe düzgün “Rast” demek. Neden acaba? Ayrıca, Düzgün Baba kelimesi kürtçe şarkılarında bile Düzgün diye geçiyor.
Denilen şu; Tunceliler’in Horasan’dan geldikleri biliniyor. Horasanların ise %80-90’ı Türkoğlu Türk. Geri kalan azınlık Farsi, Kürt ve Ermeni. Horasanlıların buraya gelmeden önceki inançları “Şaman” kültürü üzerine. Ancak denilene göre, bu bölge ağırlıklı Kürt ve Müslüman olduğu için zaman içerisinde nesillerin hem dinleri hem dilleri değişmiş. Aynen diğer göç eden veya bazı sömürge topluluklar gibi. (İnkalar, Quechualar, Mayalar, Afrikalılar vs gibi). Dip not; Bu kadar geriye gitmeye gerek yok, Amerika veya Almanya’ya yerleşik 3. 4. nesil Türklerden de anadilini unutanlar görüyoruz.
Aleviliğin kültür yapısına bakınca Şamanizm’den esintiler görüyoruz. Örneğin mezar başlarındaki at heykelleri koç heykellerine bakınca Horasan’daki figürlerle aynı hatta Hattuşa, Urartu dönemine bile atıfta bulunabiliriz. Cem evlerinin girişindeki aslan heykelleri de yine o döneme ait eserlerden esinleniyor. Demek ki buralarda bir büyük kültür taşınması orta Asya’dan bu yana var. Türk Alevî ve Bektaşîliği ile Gök Tanrı inancı arasında çeşitli paralellikler de mevcut. Bunlardan bazıları, Kamlar ile dede-baba geleneğindeki benzerlikler, atalara kurban kesme ve şenlik adetleriyle Cem Ayinlerinin yapılış tarzlarındaki benzerlikler örnek verilebilir.
Burada Cem evleri ziyaretleri de yaptık. Mesela birinin bahçesinde büyük bir Pir Sultan Abdal heykeli var. Dediler ki; “Bu heykeli aylarca gözaltına aldılar”. Dedim; Nassı yani? Belediyenin önündeymiş bu heykel. Yerini beğenmemiş dönemin yönetimi ve heykeli emniyete almışlar. Daha sonra yapılan müzakereler sonucu heykel Cem Evi’nin bahçesine dikilmiş.

BiNGÖL – Çirkin Şansı
Bingöl’de Çır Şelalesi, Buban Bacaları, Zağ Mağarası dışında Yüzen Adalar bence görmeden ölünmeyecek yerler arasında. Yüzen Adalar üç adet. Zamanında, evlenmek isteyen gençler arasından, bir tane köyün en güzel ve bir tane de en zor evlenebilecek kızını (çirkin demek istemedim) bu 3 adanın ikisine koyarlarmış. Evlenmek isteyen genç de son adada dururmuş. Hangi kızın yüzer adası, delikanlının adasına yanaşır ve değerse, adam onunla evlenirmiş. İşte eğer çirkin kız’ın adası delikanlının adasına yanaşırsa, buna “Çirkin Şansı” derlermiş

Defineciler, defineciler…
Bu bölge zamanında Ermenilerin yoğun yaşadığı bir bölge. Meryem Ana, Surp Lusovoriç, Palu Kilisesi, Kağtsrahayeats yani Ekinözü manastırı özellikle defineciler tarafından talan edilmiş tarihi eserler. O kadar ki, defineciler buralara büyük iş makineleri ile kazıya gelmişler.
Turumuzun son günü Türsab Harput Başkanı dostumuz Cuma Gülnar bizleri Palu Tava yemeğe götürdü. Hani derler ya anlatılmaz tadılır. Hiçbir yan ürün kullanılmadan mezrada kekik yiyerek yetişen kuzu veya keçinin bel kemiğinin kenarındaki et kullanılarak, önce tereyağında sonra kendi yağında biberle pişirilen et, daha sonra en az 4-5 saat taş fırında, kısık odun ateşinde bekletilip servis ediliyor ve el ile yeniyor. Dostlar; Bence Palu Tava yemeden asla ölmeyin 🙂

Cem Polatoğlu.