Kırmızı ojeli er “Muzaffer”

KIRMIZI OJELİ ER “MUZAFFER”

1987, Viyana’da doktora yapıyorum. Türkiye’de “bedelli askerlik” yasası çıkmış. Tam bayram öncesi. Ayarlayabilirsem yol ve normal izinlerle 28-30 askerlik gününde görevimi ifa etmiş olacağım, hem de eğitime sekte vurmadan. Uzunca saçlarımı üç numaraya vurdurdum. Aile ve arkadaşlarımın “en büyük asker” nidalarıyla Tokat’a yola çıktım. Akşam üzeri nizamiyeden (kapıdan) içeri girip kaydımı yaptırdım.

Bir görevli asker elbiselerimi almama yardım etti. 60 kişilik koğuşta ranza ve dolabımı gösterdi. Çelik dolap; iki karış, 1.5 metre de boyu. Getirdiğim bavulu sığdırmam mümkün değil. İkinci bir dolap daha istedim. Mümkün değilmiş. Neyse…

Tıraş takımlarımı, parfümlerimi, fanila ve çoraplarımı, terliklerimi ancak sığdırdım. Elbiselerimi, ayakkabılarımı bavulumla beraber emanete bıraktım. Bu arada yavaş yavaş yeni gelen bedelli arkadaşlarla tanıştım. Kimler var kimler. Selim İleri, Metin Arolat, Altan Tezel ve diğer tiyatrocular, ünlü futbolcular, Kenya’da paralı savaş pilotluğu yapanlar, tanınmış reklamcılar, New York’tan büyük antikacılar hatta bir ordu komutanının oğlu var. Bölük komutanı bedellileri topladı. Başta sanatçı ve meşhur arkadaşlar olmak üzere hepimizi tek tek övdü. Çok da samimi davrandı. Arkadaş gibiyiz adeta…

Biz, 3.000 kişilik bölükte ilk bedelliler, 550 gün şafak sayan gerçek Mehmetçiklerin haklı kızgınlık ve anlaşılır kıskançlık dolu bakışlarını üzerimizde hissediyoruz. Çevre tanıtımından sonra ilk görevimiz “mıntıka temizliği”. Yoldaki kibrit çöplerini topluyor, sararmış çimenleri yoluyoruz. Şükür, yemek vakti geldi. 1000 kişilik yemekhane girişindeki aynada ilk defa kendimizi asker elbiseleri ile gördük. Ahh, keşke annelerimiz bizi böyle görseler. Çok gurur duyarlardı herhalde. Neyse, öğle yemeğini beğenmemiş, yiyememiştik. Ama yorgun ve aç askerler olarak o akşam karavanada ne varsa sildik süpürdük. Ne hijyen aklımıza geldi, ne de kare kesim patatesin kabuğunu ayıklamak. Doyduk Allahımıza, milletimize şükür. Hadi kalkalım… Yoo kalkamadık. Eğitim varmış. Çavuş bir şeyler anlatıyor. Biz kendi muhabbetimizdeyiz. Bir ara herkesin gözünü üzerimde hissettim. Kulak kabarttım. Komutan (Çavuş) bağırıyor.

– Hey. Sen. Kalk
+ Kim, ben mi. Efendim.?
– Efendim denmezzzz!..
Arkadan Sufle geldi… “Cem Polatoğlu-İstanbul. Emmmret Komutanım” diyeceksin

+ Cem Polatoğlu-İstanbul. Emmmret Komutanım
– Ege ordu komutanın adı ne…?
+ Ben ne bilim komutanım.
– Neee? Yat..!
+ Bu saatte mi?
– Yat dedim !
Bir sufle daha geldi. Yatağa değil, yere yatacakmışım. Yattım.

– Sürün!…
Haydaa, o niye?. Sufle geldi.. Kollarla kendimi çekerek karşı duvara kadar sürünecekmişim. Başladım sürünmeye, ancak küüt! çavuştan topuğuma bir tekme…

– Vuruldun
+ Nassı yaa?
Sufle ; Topuk havada olmamalıymış, kurşun gelirmiş.

Ben masaların ve ayakların altından sürünürken bütün bedelli dostlar 15 dakika sonra duvar dibinde buluştuk. Yemekhaneden çıkar çıkmaz ilk işimiz ailelere telefon etmekti. Tüm kulübelerden duyulan ses şu; Anne, kurtar beni buradan. Baba, komşumuz Albay’ı aradın mı? N’olur beni alsın buradan… Ama ileriki günlerde anladık ki, kimse dinlememiş bizleri.

Akşam koğuşa döndük. Dolabımı açtım. Pijamalarımı alacağım. Aaa dolap bomboş, benim kıyafetler, traş takımı, parfümler gitmiş, yerinde bir-iki eski püskü iç çamaşırı var. Acaba bu başkasının dolabı mı? Hayır, benim. Çavuşa gittim. “Elbiselerim, tıraş takımlarım, parfümlerim, kremlerim çalındı.” Çavuş sert bir ses tonu ile cevapladı.

– ASKERDE MAL ÇALINMAZZ !..
+ E n’olur?
– Yer değiştirir…

İki hafta geçti. Yemin edip çarşı iznini aldık. Yaba daba duuuuuuu. Yaşasın!. Aman yarabbim. Tokat Tokat değil PARiS. Tek ve 100 metrelik ana caddesi Gazi Osman Paşa Bulvarı adeta Şanzelize, Kebapçısı da Chez Clement Restaurant mubarek. Çok mutluyuz. Karınlar doydu, arkadaşların çoğu ana caddede kırtasiyecide alışverişte. Ben ise dükkanın önünde aval aval sağa-sola bakıyorum. Aaaa bölük komutanı geçiyor, hem de resmi arabasıyla. Arkadaşız ya… Heyoo. Selam Komutanım. Merhabaaa. Haydaa. El salladım, görmedi beni herhalde…

Saat 17: 00 de hep birlikte nizamiyeden girdik. Nöbetçi durdurdu: Hey, Siz bedelliler. Bölük Komutanın binasına.

Bölük Komutanı özledi bizleri zaar. 15 gün oldu ya görüşmeyeli.. Gittik hep beraber. Bekledik bir 15-20 dakika. Tüm bedelliler orada. Ohh nihayet geldi sevgili komutanımız. Aaa, o ne surat. Biraz kızgın sanırım.

KiMDİ O ÇARŞIDA, RESMi ARABAYA EL SALLAYAN? ÇIKSIN ORTAYA…

Haydaaa. Manyak mıyım ben, çıkacağım ortaya. Allahtan herkes delikanlı. Hepimiz sıkı bir zılgıt ve kimimiz enseye şaplak yedikten sonra serbestiz. Ne bilim ben komutanın arabasına bile esas duruş yapılacağını…

Aradan birkaç gün geçti. Çavuş durmadan bana yükleniyor. Ne kadar “çukur aç-çukur doldur” türü iş varsa bende. Gittim Antalyalı çavuşuma. Turizmciyiz, e o da Antalyalı. Oradan gir, buradan çık. Ortak bir şeyler arıyorum. Şimdi eşref vakti;

+ Ya sevgili çavuşum, Niye bana kötü davranıyorsun? .
– Senmişsin, dedi komutana el sallayan.
+ Kim dedi sana bunu?
– Muzaffer söyledi…
Muzaffer haaa. Bittin sen Muzoooo!.

Muzaffer; 40 yaşlarında, 2 metre boyunda, hafif göbeği ve şişe dibi gözlükleri olan bir Alamancı. “İntikam tugayı” yani biz diğer bedelliler toplandık. İspiyoncuyu cezalandıracağız. O hafta sonu çarşı izninden kıpkırmızı bir oje aldık. Üst ranzada uyuyan Muzafferin ayak tırnaklarını Pazar gecesi kıpkırmızı ojeledik. Her Pazartesi “içtima” var. Yani, etek tıraşına kadar kontrol. Sıra sıra dizilmişiz. Uzun boylular önde, Muzaffer ise en önde. Çavuş bağırdı; ELLERRR. Yani tırnak kontrolü. FANiLA, PANTALON, ÇORAP ÇIKARR! Hoop, Muzafferin kırmızı ayak tırnakları fora. Bir tek kendisi görmüyor. ÇOK YAKIŞTI MUZOOOO!!. Hayatımızda güle oynaya çektiğim en keyifli 20 şınavdı cezamız. Hatta bana 10 adet daha ekledi Çavuş. Canı sağolsun.

O gün bugündür ne zaman bir askerlik arkadaşımı görsem, önce “enseye bir şaplak” yerim, sonra da bana zorla şınav çektirmeye çalışırlar.